kazkafanın kitabı, okuduğum ilk yiyun li kitabı. doğrusu, yazarın orijinal dilinde (ingilizce yazıyor li) hakkı verilen hikayesi (2023 yılı pen/faulkner ödülü almış), nuray önoğlu'nun harikulade türkçe’ye çevirisi ile okuma zevkini birkaç kat artırıyor. nitelikli bir kurguyu kıymetini katlayarak çoğaltan bir çeviriyle okuyunca alınan zevk de büyük oluyor haliyle.
agnes ve fabienne'in (agnes'in ağzından anlatılan) hikayesi hem kitapta anlatılan dünyayı hem de bir yazın türü olarak hikaye/romanın yaratmak zorunda olduğu "yanılsamayı" birbirine eklemleyerek ilerliyor. büyüme çağındaki iki genç kızın ikinci dünya savaşı sonrası fransız taşrasındaki yaşamları, savaşın izlerinin bir gölge gibi her köşeye sızdığı bir atmosferde geçiyor. ana karakterlerle zorunlu temasları dışında ailelerinden ya da köylerinden insanların değinilmeyen ruh hallerine rağmen savaş sonrası yorgunluğun, bıkkınlığın yaşamlarına nasıl sirayet ettiğini hissedebiliyoruz. roman boyunca, agnes ve fabienne'in savaştan sonra iyice belirginleşen yaşam kuraklığının ve hiçliğinin üstesinden gelebilmek için uydurdukları hikayeleri, yalan veya aldatmaca olarak değil kendi gerçekliklerini yaratma ihtiyacıyla ürettiklerini, bizi de elimizde tuttuğumuz -bir tür yanılsama yahut aldatmaca nesnesiyle- kitap aracılığıyla kendi öykülerine dahil ettiklerini fark ediyoruz. karakterlerin okurla baştan itibaren kurdukları ve sonuna kadar böyle sürdürdükleri dolaysız ilişki, nihayet sonunda hikayedeki bütün kurmacaları tek başına üreten fabienne'in bir yerde zorunlu olarak büyümemiz gereken bu hayat için hepsinden vazgeçmesi hem agnes'e hem bize şefkatle kendi gerçekliklerimizi bırakıp çekip gitmesi ile son buluyor.
kazkafanın kitabı’nı okumaya başlarken kitabın hemen ilk sayfasında yer alan kısa biyografisi hariç yiyun li’nin yazarlık serüveni hakkında pek bir bilgim yoktu. daha doğrusu, yayınevinin paylaştığı bir new yorker yazısı hariç hakkında daha önce herhangi bir şey okumamıştım. bu yazıyı da aslında farklı bir mesleki uzmanlığı olan (önce matematikçi ardından immunolog) ancak edebiyat dünyasında şaşkınlık verici bir hız ve ışıltıyla yükselen bir yazar tanıtımı yapılıyor diye hızla okuyup geçmiştim. mastodon’dan bir arkadaşın li’nin son kitabı hakkında (things in nature merely grow) bugün fark ettiğim paylaşımına eklediği kısa bilgiler dikkatimi çekince iki ay önce guardian’da yayımlanan söyleşisini bulup okudum. meğer yiyun li’nin iki genç çocuğu birkaç yıl arayla intihar etmişler, dahası kendisinin de yıllar önce bu konuda bir girişimi olmuş. linkini paylaştığım guardian söyleşisinde ayrıntılarına vakıf olunabilecek bu kederli konuyu burada dallandırıp budaklandırmak niyetinde değilim. ancak kazkafanın kitabı’nda ergenliklerini süren iki genç kızın, kişilikleri birbirlerine taban tabana zıt bu iki çocuğun dünyayı boydan boya cerahate boğan savaşın yaralarını kendi oyunları içinde yaşayarak sardıklarını okumuş olmak, şimdi yazar hakkında edindiğim yeni bilgilerle düşünmeme yol açtı.
beni en çok etkileyen düşüncesi, çocuklarının ardından yaşadığı kederi bir yük olarak görmemesi oldu. ingilizce’de yas kelimesinin etimolojik olarak yükle bağlantısını keşfedince, yas döneminin en kısa sürede ve sağlıklı bir biçimde tamamlanması gereken bir süreç olarak görülmesinin kolaylaştığını dile getiriyor li. ‘oysa’ diyor ‘çocuklarım benim için yük değillerdi.’
dediğim gibi, şu ana kadar ilk ve tek okuduğum kitap için yazdığım bu kısacık gözden geçirmeyi yazarın yaşamı ile harmanlayıp kedere boğmak istemiyorum. çünkü yiyun li de böyle olmasını istemediğini söylüyor her fırsatta. çünkü ben de onun gibi yaşamımızdan eksilen, bize asla yük olmamış insanların yokluklarını yük haline getirip yas sürecine havale edecek bir eli çabukluğa (psikologlar ne derlerse desinler), bir modernite aceleciliğine kapılmayı gereksiz buluyorum. yiyun li’nin yazarlık kariyerinin başından itibaren yazdıklarını muhakkak okumaya karar verdim. kendisiyle söyleşen sophie mcbain’in bir anne olarak kederini anlamasından üzüntü duyarak özür dilemesi ise iç burkucu. tanıştığımıza memnun oldum bayan li.