yaklaşık iki haftadır tamer ertangil’in liberus kitap tarafından haziran 2025’te yayımlanan, iki ciltlik monologlar’ını okuyorum; birkaç dakika önce bitirdim ve zihnimde monologlar’a dair her şey henüz capcanlıyken düşüncelerimi yazmak istedim.
ertangil, birbirinin devamı olarak yazıp düzenlemesine karşın düşünce denemeleriyle (d) kişisel yaşantı yazılarını (y), başlıklardaki d/y kodlarıyla ayırmakla çok isabetli bir iş yapmış. kitabın başında, dileyen okurun düşünce yazılarını atlayıp doğrudan yaşantı yazılarını okuyabileceğini, kimsenin yazdıklarını baştan sona okumak zorunda hissetmemesi gerektiğini söylüyor. güncel konu ve kavramlardan daha derin ve kapsamlı felsefi meselelere kadar yazıların her birini açık zihinle, duru bir anlayışla, tertemiz bir türkçeyle yazdığı için sıkılmak şöyle dursun deneme türüne itibarını iade eden, içtenlikle yazılmış özgün bir örnek olarak içinizden minnettar oluyorsunuz. malum, modern bireyin -epey şöhretli yerli ve yabancı denemeciler hariç- yeknesak rutininin hiç de ilginç olmadığı, avangart arayışların yanına bile yaklaşamayacağı peşinen kabul edildiğinden olsa gerek, arada çıkan örneklere de göz ucuyla bakılıp geçilebiliyor. kısaca, monologlar yerli deneme türüne hasret kaldığımız zamanlarda ilaç gibi geldi diyebilirim.
ertangil’in iki ciltlik kitabı-uzun yıllardır takip ettiğim twitter hesabında yazdığı gibi- aynı açıklık ve dürüstlükle, birilerini kızdırmak pahasına bile olsa aklından geçenleri düzeyinden hiç fire vermeyen, orantılı bir nezaketle dile getirdiği, anlaşılması epey altyapı ve gayret gerektiren felsefi meseleleri bile şaşırtıcı biçimde kolaylaştıran bir üslupla ifade edebildiği metinlerden oluşuyor. okudukça karşılıklı sohbet havasına bürünüyor metinler neredeyse; yazarın kasıtlı olarak okurun bilgisine, bilgisi yoksa araştırmasına bıraktığı kimi alıntılar, sözcükler, kavramlar bir yandan da zihni uyanık tutmaya, süreci interaktif hale getirmeye yarıyor. tam burada, yazarın mesleğinin inceliklerine hakim bir eğitimci olduğunu söylemekte fayda var.
deneme kitapları, çocukluğumda -babamın bu türdeki eserlere düşkünlüğü nedeniyle- en fazla içli dışlı olduğum ilk metinlerdi. -bu türün mucidi desem yanılmış olur muyum bilmiyorum ama- montaigne’in denemeler’i (essais) deneme türünün en gösterişli ilk örneği olsa gerek. eserinin başında montaigne, monologlar boyunca ertangil’in de sürekli altını çizdiği gibi; saati saatine anlattığı yaşamını böyle yazması gerektiğini ancak az sonra değişebileceğini de bildiğini, her ne hal ise kendinden ayrılabilse de doğrudan ayrılmadığını yazıyor. ‘kitabımın konusu benim’ diye buyuran montaigne gibi ertangil de bizi yaşamına ve düşüncelerine misafir ediyor ama tamer hocanın yaşamı montaigne gibi tuhaflık ve çelişkilerle dolu değil. yine de her an değişebilir olduğunu, bunu değil de şunu yapma hakkını saklı tuttuğunu, aklına geldikçe, gerekli gördükçe yazdıklarının hükmünün de gün gelip okuduklarının hükmünün kalmadığı gibi kalmayabileceğini ama yaşama inanmaya ve bunu iradi bir iyimserlikle coşku içinde yapmaya niyetli olduğunu söylüyor.
aklından geçenleri yazmaktan bahsetmişken, ertangil’in her ne durumda olursa olsun, eleştirel bakış açısını bırakmayan, kolay kolay ikna olmayan bireysel tavrında bir parça ayn rand izi sürdüm. ertangil’in kendi düşüncelerini ortaya koyarken gösterdiği dolaysız cesaretin okuruna da sıçradığını söylemem gerek. biliyorum, günümüzde artık kuşku götürmeyecek derecede kutuplaştırıcı bulunan, kulağa nahoş gelen fikirleri var ayn rand’ın. ama ben başka bir yönüne dikkat çekmek istiyorum: güçlü bir omurga ve prensiplere her koşulda bağlılık. söylediği çoğu şeye bugün katılmamız çok güç; ancak entelektüel cesaretine saygı duyabileceğimiz birisi aynı zamanda. rand’ın the fountainhead’de (hayatın kaynağı) dile getirdiği gibi; ‘hiç kimse kendi ciğerlerini başkasının yerine solumak için kullanamaz.’ ertangil’in, yalnız kalabilmeyi, bir başına yaşayabilmeyi, uğraşlarının çoğunu gerçekleştirmek için buna gereğinden fazla ihtiyaç duyduğunu sıklıkla vurgulaması, bireyselliği tutkuyla benimsemiş olması nedeniyle ister istemez ayn rand gelip durdu aklıma okurken.
ikinci kitabın sonlarına doğru, uzun süren pandemi sürecinin ertesinde çıktığı yurtdışı gezilerinin bakış açısında ciddi denilebilecek değişimlere neden olduğunu, belki artık yorgun hissettiğini itiraf ediyor. sanki ‘kendi zihnimin derinliklerinde kaybolduğum yeter’ dediği bir kesintisiz iç gözlem döneminin sonunu ilan ediyor. işte o zaman hayata daha somut bir biçimde sarılmaktan bahsetmeye başlıyor: henüz daha gençken, aktif biçimde yaşama karışma, farklı türde üretimler yapabilme, farklı coğrafyalarda yaşayabilme imkanlarını göğüsleyebilecek yaştayken emeklilik planları yapma, mali durumunu güvence altına alma, sağlığına azami dikkat gösterme, kişisel lükslerine israf gözüyle bakmama, yaşamın entelektüel yönlerine dikkat kesilmeye biraz sınır çizip belki estetik bir bakışa da yer açma. yüzümde sabit bir tebessümle okudum yazılanları ki bu sağlıklı kararlara tamamen katılıyorum, hem de bizimle paylaşmasını çok kıymetli buldum.
birkaç ay önce nev’i şahsına münhasır filozof agnes callard hakkında the new yorker’da yayımlanan bir yazı okumuştum. röportaj sırasında, boşanma ve yeniden evlenme süreçlerindeki sancılı kişisel sorgulamalarını doktora derslerinde yahut podcastlerinde (open socrates: the case for a philosophical life) olanca açıklığıyla ortaya koymasının kendisini biraz olsun rahatsız edip etmediği, mahremiyetini kendi elleriyle bile isteye ihlal ettiğini düşünüp düşünmediği sorulduğunda
filozofun yaşamı da düşünme sürecine dahildir, ayrı bir düşün yaşamı varmış gibi poz kesilemez.
diye yanıtlamış. bu düşüncesini, başta, biraz amerikanvari haydi hep beraber beni ve çevremde dönen dünyayı konuşalım bencilliğinin örneği gibi okumuştum, ne yalan söyleyeyim. bir başka makalesinde (the weaker reason olsa gerek), tolstoy mutsuzluğu dediği (agnes’in buluşu mu yoksa edebiyatta veya psikolojide böyle bir kavram var mı bilmiyorum) acele yanıt bulmaya çalıştıkça daha da depresif hale gelen bir karamsarlıktan bahsediyordu. anlayabildiğim kadarıyla, belli bir dozda, gerekirse suni travmalar tanımlayarak belirli ilişkileri sürekli bir sorgulama-çözümleme-içine çöktürüp yeniden sorgulama gibi ilallah dedirten bir döngüye hapsetmesi, sürekli tartışmaya açması, bir de bunu o zavallı eşlerine evde, ofiste, derste, kampüste, yemekhanede, yatak odasında, çocukları yıkarken vs. her yerde ama her yerde yapması menier sendromumu nüksettirdi. meğer, ikinci evliliğinin ilkine sondan eklemlenebilecek travmatik etkisini reddederken, ilk evliliğinin sonlarındaki duygusal açmazları ikincisinin travması diye ilan etmiş. zihinsel sağlığını bilemem ama manevra konusunda maharetli birisi.
bütün bunların monologlar’la ilgisi nedir peki? tamer ertangil, depresif karamsarlıktan, dünyaya bakışın bu kadar indirgemeci olmasından, olguların açıklanmasında bu yüzeysel kategorik kaçış manevralarından hiç hazzetmediğini gerekçeleriyle açıklıyor metin boyunca. işte bu yüzden şu baş ağrıtıcı, kişisel açmazlarının üstünü sözüm ona akıllı manevralarla örtmeye dayalı felsefik aforizmalarla uğraşmıyor. poz kesmiyor ama yaşamının kendisiyle sınırlı olmadığını periferin mahremiyetini gözetmesinden anlıyoruz. örnekse, agnes’in eşlerinin, çocuklarının ne düşündüklerini umursamadan yapılandırdığı bireyselliği ile monologlarda izi sürülen yaşantının ve düşüncelerin sahibinin bireyselliği arasında dağlar kadar fark var.
bir arkadaşıma agnes’den bahsederken, agnes’in konuşmalarını müteveffa david foster wallace’a benzettiğini söylemişti. agnes’in bireyselliği ile monologlar’ın yazarının bireyselliği arasında karşılaştırma yaparken wallace’ın -don sandalio’nun da övdüğü- içtenlik ve samimiyetle boğuşurken kendini ifade edebilme becerisi geldi aklıma. don sandalio buna “galvanik akımlı bir zihin ve kalp gücü” demişti. ben agnes’i daha ziyade beynini yiyip bitiren kötücül bir hırsın pençesinde yorgun düşen bir iz sürücüye benzettiğim için wallace’la sonunun aynı olmasına pek ihtimal vermiyorum (sonları benzemesin demişti de). bu tür histerik hezeyanlar yerine ertangil’in monologlar’daki sakin keşiş tavrını -kendi adıma en azından- çok daha uygun ve yaşama uyumlu buluyorum. ikinci kitaptaki d73: antinomilerin çözümü bölümü, burada dile getirirsem henüz okumayanlar için pek şık olmayan bir iş yaptığımı düşündüreceği için diğer tüm beğendiğim bölümlerin içinde favorim olan kısım. genel itibarıyla, hem üslubunu hem kişisel yaşantısı özelinde içtenlikle dile getirdiği unsurları hem de kendini son derece iyi yetiştirmiş bir entelektüelin derli toplu düşünce yazılarını çok beğendim, özenle hazırladığı bölümleri zevkle, ilgiyle, notlar alarak okudum. umarım okuru bol olur.
madem wallace’dan laf açıldı, onun ünlü denemelerini içeren consider the lobster and other essays’inden bir alıntı yaparak sonlandırayım yazımı:
the really important kind of freedom involves attention and awareness and discipline, and being able truly to care about other people and to sacrifice for them over and over in myriad petty, unsexy ways every day.


