kahve çok lezzetli görünüyor. manzara da müthiş. alıştığımız coğrafyaya ait olmayan birtakım bitkilerin geniş ve dolgun yapraklarına bakınca çöle benzeyen bir ıssızlıkta yol alındığı görülüyor. çöl zihnimde bir başka don'un don juan'ın cirit attığı bir mekan olageldi. şu vakte kadar bu tür bir coğrafyayı bizzat tecrübe etme imkanını bulamasam da çölün don juan'ın sıcaktan ve aşırı kuru havadan çatlamış yüzündeki, ellerindeki izleri, bilgeliğinden önce sirayet eden kuraklığı sezinleyebiliyordum. carlos, ağzından dünyanın sırrına vakıf bazı bilgelikler dökülür de kurtuluşa erer umuduyla çılgın kızılderili'nin peşisıra esrik vaziyette dolanırken, don juan kah o tepeye kah bu çalılığa sekip duruyordu. şimdi baktığım fotoğraflarda güneş altında böyle delice bir koşturmacadan eser yok; daha çok dingin, huzurlu bir sessizlik hakim. orası don juan'ın çölü değil, bu açık. yine de akıllı bir takipçinin, tam da onun istediği türde bir iz sürmenin manzaralarına sahip hepsi. carlos'un çaresizce artık kendisine bir ceza kesildiğine emin soruları, sürekli kızgın bir eylemin sonuçlarına katlandığı mazoşist düşünceleri don juan'ı çileden çıkarmaya yetmiyordu. her zaman sözleriyle olmasa da kayış gibi kuru parmaklarıyla nazikçe kopardığı bitkileri kah emerek kah yiyerek soruları sabırla yanıtlıyordu. don juan'ın işaret etmeden göstermek istediği manzaralara bakıyorum şimdi. carlos, nihayet bunları görebildi mi acaba? örneğin, yaprakları o kadar kalınlaştıran adaptasyonu, rüzgarı tehlikeli bir yoraya çeviren hızı kesilince şaşırtıcı genişlikte bir vaha gölünün üstüne zifiri karanlıkta doğan ay'ı, mesafe ve hızın ivmeye ihtiyaç duymayan dolaysız ilişkisini? antik doğa felsefecilerinin işin içinden fizik bilmedikleri için çıkamadıklarını söyleyen reichenbach bu işe ne derdi acaba? carlos'un batı medeniyetine ilişkin kavramlarla serseme dönmüş zihnini sakinleştirmek için çıktığı yolculuk altı asır sonra dünyaya gelse pekala başka bir don olabilecek phaedrus'un mide bulantısına dönüştü çölde. kızılderili'nin bu rengarenk deliliğe göbeğini hoplata hoplata gülmesinin bir nedeni de bu. don juan ne satranç biliyordu ne de motosiklet tamirinden anlıyordu. ama carlos'u, medeniyetten uzak o çölde, doğaya dikkat göstermekten aciz bu zavallıyı, içinde tesis ettiği karanlık dünyanın aslında tekinsiz bir korku tüneli olduğuna hemen o dakikada ikna edebilmişti. kuzgunun erki sırf taşıdığı haberle değil bekleyenin sabrıyla da ilgiliydi. carlos ise sabırsızdı. bir tutam peyote olmasa iz sürmenin imkansız olduğuna ikna etmişti demek don juan'ı. eh 68 kuşağı. don juan'ın carlos'u yola getirirken pheadrus'un depresif yabaniliğini neden ödünç almadığını sorup durdum. aralarındaki zamanı ve mesafeyi zarif bir solucan deliği ile hiç eden bu iki bilge aynı ecza ile iş görmeye yatkın gibi göründüler gözüme. platon'un parlak delikanlısı, carlos gibi yola gelmeye hazır düşmemişti çöle demek ki. ‘don’ derrida sonradan, kentten uzak bir yere belki işte böyle bir çöle kurduğu eczanesinde miti yıkıp baştan kurana kadar benzerliği fark etmemiz mümkün değildi. carlos'un platonik çölü asırlar önce, kronolojik olarak robert pirsig'in esamesi bile okunmadan önce, phaedrus için inşa edilmişti gerçekte. don'dan don'a geçen bu çöl mesaisinin getirdiği yere bak.
kallavi bir kahveyi hak ettim sanki.